son aya yaklaşırken
Erasmus günlerimin sonuna gelirken çok garip ruh hallerindeyim arkadaşlar. Dağınık bir masada rezalet bir baş ağrısıyla otururken Cat Stevens'dan Wild World beni bir şeyler yazmaya itti. Dün gece aklımda fikirler vardı ama hepsi uçup gitmişler. Kısacası neden bahsedeceğimi bilmeden giriştim yazmaya. Garip ruh halleri demişken, her zamankinden daha açım gezmek için yeni yerleri, öte yandan çok da yorgunum artık. Her zamankinden daha çok alıştım bu odaya, yatağıma ve sandalyeme (bu üçünü saydım çünkü odada sahip olduğum eşyalar bunlardan ibaret), ama öte yandan her zamankinden çok yabancı bana bu oda, Ankara'daki odamı düşününce. Özlemim had safhada, Ankara'yı sevmeyenlere inat, Ankara'nın en gri sokağına bile. Konur caddesinden şöyle bir geçip gençliğin haline bakarak kulağımda müziğimle, otur otur sıkıldığım Tömbeki'nin kapısından içeri girmek için çok fazla şey verebilirim şu an. Özlemim öyle bir noktada ki Prag'ın sayılı Türk lokantalarından birinde bir kase mercimek çorbası içmek, ya da bir ince belli bardak tutmak elimde, önce gözlerimi doldurup sonra beni aşırı mutlu edebiliyor. Son sarhoşluğumun da gözyaşları ile sonlanması, bu açıdan bakınca, çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Artık daha önce hiç yaşamadığım garip bir ruh halindeyim. Biliyorum dönüp hızlıca alışacağım geldiğim yere, ve buraya dönmek isteyeceğim çokça zaman, ama şimdi dönme isteğim engellenemez boyutta bir yerlerde.
Takvimim var kafamı sağıma çevirdiğimde, günlere yapılacak işler, gidilecek yerler yazılmış, geçen günlerin, biten işlerin üzerine hevesli bir çarpı atılmış, bazı günlerin yanına 2 basamaklı sayılar iliştirilmiş, geri sayım yapmaktalar ara sıra. Kafamı sola çevirdiğimdeyse, yol arkadaşım, oda arkadaşım, enlerden birisi, bazı kategorileri tek başına göğüsleyen biri, uzun saçlı bir kız oturmakta, telaşlı, tırnaklarını yemekte, bulduğu ucuz uçak biletlerinden bahsediyor, bu sefer kızmayacağım tırnaklarını yiyor diye, yesin. Kafamı kaldırdığımda alıştığım bir çerçeve, yemyeşil ağaçlar, arasından görünen bir kaç pencere, pencerenin önünde ama demirlerin hemen arkasında 4 şişe bira. Gambrinus. Nasıl desem. Ben ağladım bu odada, bu manzara vardı, biz güldük eğlendik bu odada, bu manzara vardı, biz özledik bu odayı, yatağımıza uzandığımızda gördüğümüz bu manzarayı anımsayarak, dışına savurduk kirli nefesimizi, ve nefes aldık biz bu manzarayla. gecelerinin kırmızı oluşuna şaşırdık, gündüzlerinin yağmur tıkırtısına. Bir de kedimiz var sarı, penceremizin önünde duruyor. Tek fark, burada kedileri çağırmak için pisi pisi değil çiçi çiçi demek gerekiyor...
Sevdiğimse yordu beni, ben de onu yordum, yorulduk birlikte geçen tüm bu süreçte. O bu manzarayı göremedi ama kimbilir ben kaç kere bu manzaraya onunla bakmayı hayal ettim. Kendimi anlatamamak ona, yoruyor beni, onun her üzülüşü beni daha çok üzüyor oysa ki. Hırçınlaştım. Kolay ağlar oldum artık iyice.
Dönmek gerek artık.
Yorumlar
p.s. : amsterdama gidek mi? (anıları yaşatmak adına hihoo :D)